NESİLDEN NESİLE AKTARILAN MİRAS: KIRILAMAYAN TRAVMA
Yaşamak için geldiğimiz bu hayatta, şüphesiz bizim içerisinde ne kadar ait hissettiğimizden bağımsız olarak direkt olarak içine doğduğumuz bir kültür söz konusudur. Yüzyıllar boyunca uygulanan ritüelleri, ayıpları, günahları, hoş karşılanan yönleriyle bazı kuralların içine doğmak, o kurallar eşliğinde az veya çok; baskıyla veya baskısını hissetmeden yetiştiriliriz. Bu kültürün nesilden nesile taşıyıcısı olan aile, kültürü benimsemese ve bunun çerçevesinde bir çocuk yetiştirmek istemese bile, çocuğunun tanıştığı, arkadaşlık ettiği insanlar, okuduğu günlük haberler, gittiği okullar kısacası içinde barındığı toplum bunu çocuğa farklı bir perspektif olarak sunmaktadır.
Bu noktada dışarıdan toplumu iyi gözleyebilen biri, toplumun nesilden nesile aktarılan bir travması olduğunu içtenlikle görebilir. 1995-2000 arasında doğan herhangi bir bireyin gözlerinden kendi üst kuşaklarına baktığımızda, anneannesi, babaannesinden gelen suskunluğun, yenilmişliğin, hiç edilmişliğin, tüm yeteneklerinin köreltilmesinin ve asla kendilerine “ben neyim” diye soramamış olmamalarının verdiği bilinçsizliği; biraz daha iyi ama hala yeterli olmayan annelerinin, muhtemelen zorla okuldan alınmış veya hiç gönderilmemiş, en büyük görevi olarak evi ne kadar iyi temizlediği ve ne kadar güzel yemek yaptığı atfedilmiş versiyonunu görmesinden sonra bunun kuşaklararası bir etkileşim olduğunu ve bu mirasın yükünü hissetmesi çok normaldir.
Kendi hayalleri için mücadele ederken ne kadar eksik yetiştirildiğini, evde yaşadığı kötü şeylerin veya yaşayamadığı her güzel şeyin aslında travmalara neden olup içimizdeki çocuğu kırabileceğini, hayata bakışımızdaki renkleri soldurabileceğinin farkında olup, bunları hissederek belki de nesilden nesile aktarılan o konuşulmayan, duyguları belli edemeyen, kendini tanımlayamayan ve sadece geçmişe yönelik içinde kalanların alevlerini dışa vuran nesillerin arasından sıyrılıp ilk kez bu travma zinciri kırabilecek olsa da, kendisi oldukça yorgun ve hayal kırıklığına uğramaktan yorulmuş olabilir.
İnsanlar gerçekten yorgun olabilir ve bu normaldir.
Bizim kültürümüzde dinlenmek, nefes almak biraz kendimizle vakit geçirmek, kendi dinginliğimizi elde etmek çok kolay kabul edilen şeyler değillerdir. Daha çok “tok musun, yatacak yerin var mı, başını yastığa koyabiliyor musun” gibi temel ihtiyaçların var olmasının yeterliliğinden “yaşamak” ortaya çıkmıştır. Halbuki evi, arabası olan karnı tok insanlar yorulabilirler. Kendini bulamamak, ait hissetmemek, kendinden uzaklaşmak, kendine yaklaşmanın bir yolunu hiç fark edememek insanları yorar. İnsan ilişkilerinde yaşadığımız boşluklar, çift yönlü yargılar, dinlememek, anlaşılamamak gibi temel ihtiyaçların karşılanmaması da travmadır.
Bu aktarımın önüne geçmeye çalışan ilk nesil, şimdiden fazla yorgun ve düşünceli. İnsanın özü, çocuksu merak ve keşfetme arzusudur. Bunu kaybettikçe kendimizden uzaklaşan ve dışarıya alev saçan bireyleri oluştururuz. Şimdi ise bu gerçeğin ilk defa farkında olan bir nesil var ve onlar da mücadele etmek için şimdiden çok yorgunlar.
Çok güzel noktalara dikkat edip, ettiren bir yazı olmuş. Güzel bir gözlemle iyi bir perspektif yansıtılıyor. Emeğinize sağlık çok beğendim.